DOSTLUK MAKAMINDAN AŞK KAPISINA

Efendimiz (s.a.v) o mübarek sözlerinin birinde der ki: “Size en zelil kimseyi söyleyeyim mi? Kendine dost aramayan. Daha da zelilini söyleyeyim mi? Dostu olduğu halde onu kaybeden (kıymetini bilmeyen).”

Dostluk makamı; makamların en güzeli en hoşu, fakat en meşakkatlisi, bir o kadarda vazgeçilmezi. Hz. Şems Makalat’ında “Bütün peygamberlerin öğretilerinin özeti şudur; kendine bir ayna (dost) ara!..” der.

Daha küçük yaşlarda dermansız dertlere gark olan Şems, bunu paylaşacak bir dost ateşi ile yanar. Geniş ufuklu bir dost bulmak, şafağında doğmak, dertlerine derman bulmak için düşer yollara. Sayısız Allah dostu ile karşılaşır, yarenlik eder. Hepside belli derece ve olgunluğa sahiptir. Ama ona göre hiç biri ufkunda doğacak genişliğe, yüceliğe ve derinliğe sahip değildir.

Mana denizinde ilim ve irfanla dolan ve Mevlana’nın ifadesi ile “aşkın kızıl rengine boyanan Şems” her gece bunun için Rabbi’ne naz ve niyaz eder. Bir gün müjde bir rüya ile gelir. “Bir veliye dost olacaksın ama vakti var.” Bunun üzerine Şems ibadeti, riyazeti, zikri ve tefekküre arttırır. Uyku ve açlık sorunu yoktur. Sabahlara kadar ibadet eder, günlerce yemeden içmeden oruçlar tutar, gönlü daim zikirde, zihni tefekkürdedir. Bu manevi yükü kaldıramadığı zamanlar köylülerin yanında işçi olarak çalışır, tam ücretler ödeneceği zaman ortadan kaybolur veya ben biraz birikince alacağım der, sonrada almadan tekrar yollara düşer. Fakat her gece naz ve niyaza devam eder. Ve bir gün:

“Mademki ısrar ve arzu ediyorsun, sana Allah’ın velisi bir dost verilecek, fakat sen bunun karşılığında ne vereceksin” diye ilham olunur. Şems hiç tereddüt etmeden;

“Feda olsun bu canım o dosta. Başımı veririm!..” der.

“Bütün kâinatta, Mevlana Muhammed Celaleddin’den başka sana dostluk edebilecek kimse yoktur.” Haberi gelir. Artık vakit dostu bulma vaktidir. Ona kavuşmak, dostluk makamına oturtmak, onun gönül aynasında âlemleri seyredip, sonrada başını bu uğurda feda etmek için yollara düşer.

Ve Sevr Mağarası; hikmet ve sır mağarası, Dostluk Makamının sarayı. Hz. Ebu Bekir Efendimizin gönül inkişafını yaşadığı yer. Ebu Bekir Efendimiz her şeyi en üst seviyede yaşar. Muhabbeti, itaati, verayı, edebi, zühd-ü, takvayı ve aşkı. Efendisi; ihtiyaç var dediğinde malının hepsini düşünmeden verir. Habib-i Kibriya’nın huzurundayken bile hasret iştiyakı ile yanar. Yanar da Habib’in gönlünde dostluk makamına oturur. Ve âlemlerin Sultanı; “Gönlümde ne varsa Ebu Bekir’e ilka ettim” buyurur. Bu gönül ilmidir, onun ne kitabı vardır ne defteri, sadece sadra yazılan bir ilim ve meyvesi aşktır. Sevr mağarasında insanlığa bir kapı bahşedilir, Ebu Bekir Efendimizin gönlünden sonsuzluğa. Her kapının yüzümüze kapanacağı günde açık kalacak tek kapı. Bu kapı aşk kapısıdır, yalnız geçmeye ayna olacak, bize kılavuzluk edecek dostlar gerek.

Dost; sakin bir denizi, fırtınalı bir okyanusa çevirir. Çevirir de dostlar mana okyanusunda buluşuverir. İki dostun gönül aynasında yansıyan “Lailahe” daha bahre (denize) düşmeden yanar, kül olurda “İllallah” tüm kâinatta yankılanır. Ve ondan bir damla düşer dünya okyanuslarına inci misali. Hala dünyanın bir yerinde kayalıklara çarpan coşkun dalgalar başını taşlara çarpar, göğsünü yırtarda tekrar o mana okyanusuna kavuşmanın arzusunu yaşar, “İllallah” zikriyle!.. Bazen de sakin bir kumsala seriverir kendini Ya Hay!…  Ya Hay!…  Sükûnuyla. Sadece bütün serveti AŞK olan bir fedai atıverir bu mana okyanusuna kendini. Atıverir de geçmişle gelecek birleşir AN olur. Dilinde Ya Baki!..  Zikriyle.

Âdem, meleklere ayna oldu. Oldu da melekler onu dost bildi. Ona hürmet ona secde etti. Âdemin suretinde seyretti yaratılış sırrını ve yaratanını. Çünkü O Halife olarak çok özel yaratıldı (Hazret-i İnsan). Melekler; Âdemin önünde eğildikçe melekleşti, melekleştikçe eğildi. Her Âdem kutsal bir ayna oldu meleklerin gözünde.“Mü’min, mü’minin aynasıdır buyurdu” Efendimiz (s.a.v). Yalnız bir türlü çözemedik şu ayna sırrını. Bir o kadar açık, bir o kadar yalın ve bir o kadar yaşarken. Gönül makamımıza oturttuğumuz dostların gün olur bir sözüne incinir, bir bakışına takılır, bir davranışına kızar da indiriveririz biz o dostu o makamdan. Hâlbuki o bizim halimizdir, biz onda kendimizi seyrederiz. Seyrederiz de kendi hatalarımızı, eksiklerimizi, gönül aynamızda biriktirdiğimiz pasları (kırılmışlıklar, kinler, öfkeler vb.) fark ediveririz. Mevlana’mız mesnevinin bir beyitinde bunu şöyle açıklar: “Ey insan! Başkalarında gördüğün hataların birçoğu kendi tabiatındandır. Senin ikiyüzlülüğün, zulmün, gafletin onlarda yansımaktadır. Kötülüğü yapan da vuran da sensin; aynı anda lanet okuyan da sensin. O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Şayet görmüş olsaydın, kendi kendinden nefret ederdin.”

Biz bir bir yaşadığımız ve taşıdığımız duygularımızı tanıdıkça, kendimizi tanırız.  Onları içimizde nasıl büyüttüğümüzü gördükçe de daha iyi kontrol etmeyi öğreniriz. Kendimizi tanımak; taşıdığımız duyguları ve düşünceleri tanımakla başlar. Dikkat edelim gün boyunca hangi tür duyguları daha çok yaşarsak, içimizde onları biriktiriyoruz demektir. Ve bu biriktirdiklerimiz ya gönül aynamızı temizler ya da paslandırır. Zikirle, şükürle, tefekkürle, ibadet ve itaatle de cilalanır. İşte bizi aşk kapısına götürecek kılavuz dosta,  tüm bu olumsuz duygulardan arınmış, sonrada cilalanmış gönül kavuşturacaktır.

Günlük yaşamımızda, gönül makamımıza oturttuğumuz dostlar konusunda seçici olmak gerekir. Dost dostun aynası olacağı için zaman içinde bir birini modelleyeceklerdir. Duygu, düşünce, davranış ve hal olarak karşılıklı etkileşim olacaktır. Bu gün modern bilim buna “kişilik transferi” derken, sekiz asır önce Büyük İmam, Gazali  “sirayet” metodu diyerek konunun önemini ifade etmiştir. Mevlana’mız ise Mesnevide dikkat çekici ve görsel bir hikâye ile bu konuyu oldukça anlaşılır bir tarzda ele almıştır. Ve der ki:

“Eğer gizli ve ilahi bir bilginin gönle nasıl aksettiğine dair bir örnek istersen, Anadolu halkı ile Çinlilerin hikâyesini dinle.

Çinli ressamlarla Türk ressamlar iddiaya tutuştular. Çinliler:

“Resim sanatında dünyada bizden daha üstünü yoktur” dediler.  Buna karşılık Türkler de:

“Hayır bu iddianız doğru değildir, biz daha yetenekli kişileriz” dediler.

Bu iddialar adil padişahın kulağına gitti. Padişah:

“Sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginizin dediği doğru” dedi.
Çinli ve Türk ressamlar hazırlandılar. Kapıcılar karşı karşıya iki odadan birini Çinli ressamlara, diğerini Türk ressamlara verdiler.

Çinli ressamlar padişahtan yüz türlü boya istediler. Padişah bunun üzerine hazinesini açtı. Çinli ressamlara her sabah hazineden türlü türlü boyalar verilmekte, onlar da bu boyalarla çeşitli resimler, süsler yapmaktaydılar.

Türk ressamlar ise:

“Pas giderilmeden ne boya işe yarar, ne de resim” diye düşünüyorlar ve duvarları ha bire cilâlayıp duruyorlardı. Öyle cilaladılar ki, duvarlar şeffaf bir ayna gibi oldu.
Nihayet Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de iddiayı kazanacaklarından emindiler ve çok sevinçliydiler. Padişaha haber verildi. Padişah gelerek önce Çinli ressamların resim yapıp süsledikleri odaya girdi, resimleri gördü. Çinlilerin resimlerini fevkalade güzel buldu.
Çinli ressamların eserini beğenerek takdir eden padişah, Türk ressamların çalıştıkları odaya girdi. Kirden, pastan ve fazlalıklardan arınmış olan duvar adeta aynaya dönüşmüştü.

Bu arada, bir Türk ressam Çinli ressamların odalarıyla aralarında bulunan perdeyi kaldırıverdi. Çinli ressamların yaptıkları süsler ve resimler bu odanın cilalanmış duvarlarına aynen yansımıştı. Çinlilerin odasında ne varsa, aynı resimler burada daha güzel ve daha parlak bir biçimde görünmeye başlamıştı. Oda kelimelerle tarifi mümkün olmayan bir haldeydi ve bu haliyle Çinli ressamların odasından çok daha güzeldi. Çinli ressamların odasında sadece bir resimden ibaret olan görüntü sanki burada canlanmış, Türk ressamların duvarında hayat bulmuştu. Padişah bu görüntüye hayran kalır.”

Hikâyenin sonunda Mevlana bizlere kıssadan şu hisseyi çıkarır. Sufiler Türk ressamları gibidir. Onların ezberlenecek dersleri, kitapları yoktur. Yani görünen (zahiri) ilme takılıp kalmazlar, ferasetle ve basiret gözüyle onu aşarlar, hatta onun ilerisine geçerler.

Ey dost! Kendine dön, gönlüne dön. Dön de orada ne var, ne yok bir bakıver, basiret gözünü kör eden, ferasetini tıkayan. Sana düşen; belki farkında olmadan gönlünde biriktirdiğin pasları, kirleri, tozları (arzular, hırslar, kinler, öfkeler, hasetler, yanlış anlamalar, yargılamalar, zanlar, gereksiz bilgiler, faydasız görüntüler… vb.) temizlemendir. Bu duygu ve düşüncelerden arındıkça gönül parlar, ayna olur. Gönül cilalandıkça da hakikat onda tecelli eder. Eder de hadsiz hesapsız suretler, ilimler onda aksediverir.

Bize ayna olacak, cilaladığın gönülde aksedecek günlük hayatta derdine derman, sıkıntılarını aşmaya kapı olacak dostu, birde bize bu manevi yolda kılavuzluk edecek, edepsizlik ocağından alıp, AŞK kapısına ulaştıracak dostu buldun mu, nasıl kıymet bilinir, ona karşı nasıl nazenin olunur, yine o dostların hayatında ve sözlerinde gizli. Şems Makalatında der ki; Ey! Dost:

“Ayağına  bir öpücük kondurayım desem, korkarım ki kirpiklerimin dikeni ayağına batar da, seni rahatsız eder!…” Vesselam!..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir